Dayak Cenneten çıkmamıştır ama…

Ben hayatım boyunca babamdan iki kere dayak yedim. İkisi de bugün gibi aklımda.

Birincisinde 6-7 yaşındayım. Annem öğlen tatilinde çalışmak zorunda kalmış, babama rica etmiş, öğle yemeğini o gelip hazırlamış. Öğlen yemeğini ısıtmış, sofrada birlikte yiyoruz. Masada yemek yerken, ben ellerimi masaya dayayıp, sandalyemi arka ayakları üzerinde şaha kaldırıp ileri geri sallandırıyorum. Benim sandalyemin arkasında yanan gaz sobası var. Babam “Sallanma oğlum” dedi. Bir durdum, ama çocukluk işte. Sallanmaya devam ettim. Kaçınılmaz olan şey oldu. Ellerim masadan kurtuldu, sandalyemle birlikte sobanın üstüne düştüm. Soba, bacalar, her şey darmadağın oldu.

Ben çok korktum. Babam benden çok korktu. Gazyağı yanmaya devam etse, her şey bir anda alevler içinde kalabilirdi. Ama devrilen soba söndü. Ben direk yatak odama kaçtım. Babam sobanın yanmadığından emin olunca benim yanıma geldi. Öyle bir tokat vurdu ki, yere paralel halde yatağımın üstüne düştüm. Ayaklarım yastığımdaydı gerçi ama yatıyordum yatağımda. Ortalığı becerebildiğince toparladı, hiçbir şey konuşmadan işe gitti. Ben yattığım yerden kımıldayamadım 2-3 saat.

İkinci dayak ise 12 yaşında geldi. 9 yaşındayken, karşıdan karşıya geçerken çarpan bir araba yüzünden dalağım patlamıştı, ağır bir operasyonla alındı. 11 yaşında nefrit oldum. 12 yaşında ise Kalp romatizması geçirdim. Kalp kapaklarından biri iltihaplandı yani. O zamanki tıp bilimiyle öleceğim kesindi. Ama kortizon falan yaşamaya devam ettim.

Yükseliş koleji açılalı birkaç yıl olmuştu. Bir burs sınavı yapmışlardı ve burslu 30 öğrenci almışlardı. O 30 öğrenciden biri de bendim. Ama hazırlık sınıfında bu hastalık olunca 6 ay boyunca ben okula gidemedim. Doğal olarak sınıfta kalmam gerekiyordu. Okul yönetimi, son derece anlayışlı davrandı. Yaz dönemi boyunca, destek kurslarına katılmam şartıyla, beni orta bire geçirmeyi önerdiler. Tabi kurslar burs dışındaydı. Benim ailemin bütçesi için çok ağırdı kurs ücretleri. “Ne yapalım, bir şekilde hallederiz” dediler. Kursa gitmeme karar verildi.

Ben 12 yaşında, sokakta oynamak varken hiç kursa gitmedim. Her akşam soruyorlar, “Nasıl geçti kurs?” diye…

Ben de anlatıyorum yalanlarımı. “Mr. Lynch geldi, şunu anlattı, bunu anlattı” diye…

Aradan bir ay geçince, okuldan telefon etmişler tabi. Bir öğlen annem de babam da eve yemeğe geldiler. Babam sakince sordu kursun nasıl olduğunu. Ben uydurmalara devam ettim ama hissettim sakat bir şey olduğunu. Babam anlattığım yalanları son derece sakin dinledi. Sonra “Sen geç içeri” dedi.

Ben yan odaya geçtim. Anneme döndü. “Sakın girmeyeceksin odaya” dedi.

Odaya girdi…

Odadan çıktığında, burnum ve üst dudağım kanıyordu, sol gözüm kapanmıştı. Annem sessizce ağlaya ağlaya yaralarımı elinden geldiğince tedavi etti. Babam, “Birlikte işe gidiyoruz” dedi. Yalvardım ben gitmeyeyim diye… Hiç aldırmadı.

Yolda giderken gene yalvardım, soran olursa kapıya çarptığımı söyleyeyim diye.

“Hayır!” dedi. “Soran herkese benim seni dövdüğümü söyleyeceksin” dedi.

Gün boyunca babamın odasında, pencerenin kenarındaki sehpada oturdum. Gelen her çalışan, yüzümü görünce, “Hiii ne oldu?” diye soruyordu ister istemez, babam sakince “Anlat!” diyordu. “Niye dövdüğümün sebebini de anlatacaksın.” diyordu. Ben ağlamaktan başka bir şey yapamadım gün boyunca.

Bugün rahmet okuyorum babama. Yaşıyor olsaydı, “ellerin dert görmesin” derdim. Yaşadığı sürece dost meclislerinde bu hikâyeyi her anlattığımda gözleri dolu dolu olurdu. “Yahu anlatma şunu bir daha” diye sitem ederdi.

O günden beri, aileme, iş arkadaşlarıma, sokaktaki adama, polise, savcıya, yargıca, sözün kısası kimseye yalan söylemedim.

Benim çocukluğumda eğitimin en önemli unsuru aileydi. Galiba doğrusu da buydu.

İlk yalan ailede durdurulmalı. Durdurulmazsa…

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir