Yemek Sepeti, Getir, Trendyol ve Diğerleri ile ilgili bir anket

2 gün önce bir anket yaptım. Derdim son zamanlarda inanılmaz gelişen bir pazarı anlamaya çalışmaktı.

Yemek Sepeti başından beri çok beğendiğim bir girişimdi. Beğenmemin 2 sebebi vardı. Bunlardan birincisi, gerçekten çok boş bir alana girmesiydi. Yemek sepetinden önce telefonla sipariş vermenin sıkıntılarını çok yaşamıştım. Eğer siparişi verdiğin kişi yeteneksizse, büyük sıkıntı oluyordu. Beğenmemin ikinci sebebi ise işletme maliyetinin sıfıra yakın olması. Tüm maliyet sadece yazılım ekibinin maliyeti ve müşteri hizmetleri maliyetinden oluşuyordu.

Tabi hemen rakipler çıktı ve yemek sepeti bunlarla acımasızca mücadele etti. Rekabet kurumuna yapılan şikayetler sebebiyle cezalar ödediler ama piyasada tek kalmayı başardılar. Yurtdışından büyük yatırım da aldılar.

Öte yandan benim hiç beğenmediğim bir başka yatırım fikri Getir projesidir. Beğenmememin sebebi temel olarak işletme maliyetinin çok büyük olmasıdır. Bu konuda yaptığım analizleri bu sitedeki yazılarda bulabilirsiniz.

Son zamanlarda bu iki fikrin yöneticileri birbirlerinin alanlarına karşılıklı olarak saldırdılar. Getir, Getir Yemek ile yemek sepetinin alanına girdi. Yemek Sepeti de Bana Bi markası ile Getir’in alanına girdi. Bu yetmezmiş gibi, kendi alanının en önemli markalarından biri olan Trendyol, her iki alana da girdi. Yemek sepetinin alanına Tıkla gelsin markasıyla bir çok Fast Food markasını bünyesinde bulunması sebebiyle girmeye başladı.

İşin ilginci bu markalar (tahmin ediyorum ki pandemi sebebiyle) market siparişlerinin evlere teslimi konusuna da girdiler. Getir Büyük, Marketyo, İste gelsin, Trendyol Hızlı Market ve bakarsanız bir yerde Bana bi bu markalar. Tabi zaten bu işin içinde olan Migros ve CarrefourSA asla ihmal edilemez. Bu sektöre girmek isteyen A101, Şok ve BİM de bir sürü reklam vermeye başladı.

Bu şirketlerin hepsi çok büyük reklam bütçeleri yarattılar. Bana bi gerçekten büyük depo ve filo yatırımları yaptı.

Bütün bunlar bana çok anlamsız geldiği için bu anketi yaptım ve 112 kişinin katıldığı bu 4 soruluk anketin sonuçları:

  Soru: En son yemek siparişini hangi firmadan verdiniz?

Yemek Sepeti7264,3%
Getir Yemek65,4%
Tıkla Gelsin00,0%
Trendyol Yemek21,8%
Yemek Siparişi Vermiyorum108,9%
Direkt Restorandan Veririm2219,6%

Soru: Sipariş verdiğiniz marka neydi?

Dominos119,8%
Kentucky Fried Chicken98,0%
Pizza Hut43,6%
Burger King87,1%
McDonalds43,6%
Arby’s21,8%
Usta Pideci43,6%
Popeyes10,9%
Diğer6961,6%

Soru: Market siparişini hangi yoldan veriyorsunuz?

Kendim yaparım6658,9%
Migros3934,8%
CarrefourSA10,9%
Bana Bi10,9%
Getir büyük10,9%
Diğer43,6%

Soru: 4. İnternet market siparişinde tercih ettiğiniz market markası hangisidir.

Migros7869,6%
Carrefour65,4%
BİM10,9%
Diğer2724,1%

Sonuçlar bana çok ilginç geldi. Kesin olarak çıkartılacak bir tane ders var.

Erken kalkan yol alır.

Kârlılık mı Büyümek mi?

1990 lı yılların başlangıcında P&G de çalışıyordum. Şirkette çok iyi bir geleceğim olmasına rağmen ayrıldım işten. Bir sene sonra da J&J de fabrika müdürü olarak çalışmaya başladım. J&J ve P&G nin ne olduğunu bilmeyenler olabilir. J&J Johnson and Johnson, P&G de Procter and Gamble. FMCG (Fast Moving Consumer Goods) sektöründe o zamanlar yarışan iki büyük dünya devi.

O zamanlar kıyasıya bir rekabet içindeydiler. J&J kendi markalarını kendisi Türkiye’de üretmek için küçük bir fabrika kurmuştu, P&G ise ALO Mintax’ı satın alarak dev bir giriş yapmıştı piyasaya. J&J ürünlerini sayayım size. Bebe şampuanı, bebe yağı, bebe pudrası, losyon, tonik, krem, ve Stayfree. Stayfree’yi gençlerin çoğu bilmez. O zamanlar Eczacıbaşı Orkid adı altında üretim yapıyordu ve Türkiye’nin tek hijyenik kadın bağıydı. Bugünkü Orkid artık P&G ürünü ve o zamanlar P&G henüz ortak olmamıştı Eczacıbaşı’na. Berbat bir üründü. J&J Stayfree markasıyla piyasaya girmişti ve Eczanelerden kadınlar Stayfree’yi “İthal Orkid” diye istiyorlardı. Akıllıca bir giriş olmuştu ama ilk çıkan markaların gücünü küçümsememek lazım. Orkid “İthal Orkid’e” karşı!

Singer gibi IBM gibi. Senelerce dikiş makinası denmedi hep Singer dendi. Aynı şekilde bilgisayar kelimesi dilimize yerleşmedi, hep IBM dedik. Bankaların Bilgi İşlem Departmanı yoktu o zamanlar IBM Departmanıydı bölümün adı. İlk çıkınca marka oluyorsun ve bu gerçekten küçümsenmemesi gereken bir olgu. P&G nin başarısı Türkiye’de hala hijyenik ped denilmiyor olmasını sağlamaları. Hala tüm kadınlar Orkid diye arıyorlar ürünü.

Şimdi o yıllardaki iki şirketin stratejilerini kısaca anlatayım istiyorum.  P&G yönetiminin tek derdi büyümek ve ciro arttırmaktı. Organik ya da inorganik büyümek tek amaçlarıydı. Şirketin üst düzey yönetiminin tek hedefi büyümekti. O sırada Eczacıbaşı’nın Orkid markasına ortak oldular. Tesadüfen geliştirdikleri (yüzey gerilimine bağlı) bir teknolojiyi hemen getirdiler. Bizim salak Orkid oldu süper bir ürün. J&J ise ciro artışını hedeflemiyordu. Onların hedefi “Karlılık” tı. Onlar cirolarının azalmasına hiç aldırmıyordu. Karlılığımız %4,5 arttı bu yıl diye övünüyorlardı. Bu yaklaşımın sebebi J&J in Tıp sektöründeki inanılmaz gelişimiydi. Bir miktar R&D yatırımı yapıyorlar, bir ilaç keşfediyor, patent sebebiyle 10 liraya mal ettikleri bir ürünü 100 liraya yıllarca satabiliyorlardı. Hijyenik kadın pedinde P&G milyonlarca liralık reklam yapıyor pazarı büyütüyordu, J&J ise hiç reklam yapmıyordu. Reklam yapınca karlılık azalıyordu çünkü. Türkiye’deki J&J stratejisi basitti. Orkid reklam yapsın pazarı büyütsün, bizim pazar payımız azalsa da satışımız artar. Stayfree ilk pazara girdiğinde çok kısa sürede Pazar payını %20 lere getirmişti. Pasif reklam stratejisi yüzünden bir sene içinde pazar payımız %8 e düştü. Ama Orkid pazarı büyüttüğü için hala aynı miktar mal satabiliyorduk. Bir sene sonra Stayfree üretimi durduruldu. Pazar payımız diplere düşmüştü çünkü. Hala karlılığımız artıyordu çünkü üretim masraflarından da tasarruf etmiştik.

Aynı olayı bebe şampuanında da yaşadık. Satışları arttırmak için bebe şampuanını tüketiciye “Ailenizin Şampuanı” olarak yutturmaya çalıştık. Oysa iş çok farklıydı. Bebe şampuanının akışkan olması lazımdır. Çünkü anne zaten çocuğu zapt etmeye çalışır ve o şampuanın bir an önce eline akması lazımdır. Oysa büyükler kıvamlı bir şampuan isterler, garip biçimde koyu kıvamlı bir şampuan onlara daha fazla tatmin verir. Bebe şampuanının göz yakmaması lazımdır oysa büyükler gözlerini kapatmasını bilirler. Ailenizin şampuanını kullanırsanız kocanızın koynuna girdiğinizde oğlunuz ya da kızınız gibi kokmayı istemezsiniz. Şampuan parfümü, seçimde en önemli kriterlerden biridir. Sonuçta ne oldu? Dalin markası tamamı ile bebek şampuanı kavramına yüklenerek J&J bebe şampuanını sildi pazardan. O sırada J&J Türkiye’deki operasyonlarını komple kapatarak karlılığını daha fazla arttırmakla övünüyordu.

 Benim şahit olduğum ve seneler sonra sizle paylaştığım bu iki strateji hala aklımı kurcalar. Karlılık mı öncelikli yoksa büyümek mi? Hepinizin “İkisini dengeli düşünmek gerek” dediğinizi duyuyorum sanki. Haklısınız tabi, ama “denge nerede?” sorusunun cevabını bulabilene aşk olsun!

At Yarışı

Yıl hangi yıldı tam hatırlamıyorum, ama ortaokul yılları olduğuna göre, 70 li yılların ilk yarısı olmalı. Mahalle arkadaşım Can’ın babası hipodromda doktor olarak çalışıyor. Hangi akla hizmetse oğluna ve bana hipodroma giriş kartı çıkartmış. TJK nın Ankara yarışlarına gitmeye başladık. Benim o zaman haftalık harçlığım 50 lira. Ne simit alıyorum ne gazoz. Paso at yarışı oynuyorum.

Oynayanlar bilir, hipodromda oynayanlar ya “ikili” oynarlar ya da “çifte” oynarlar. Üçlü ganyan, altılı ganyan uzaktan oynanan oyunlardır. Üç ya da altı yarışın birincisini bilmek imkansızdır hipodromda olana. “Tüyo” lar uçuşur hipodromda. Tüyo dediğim şey yarışların ayarlanış bilgilerdir aslında. At sahipleri ve jokeyler sadece yarış ücretleriyle yetinemezler, ayarlamalar yaparlar aralarında. Diyelim ki yarışın ödülü 10,000 lira. Favori de sen ve senin atın. Yarıştaki en kötü at kazanırsa sen de ikinci olursan yarıştan 5,000 lira alırsın ama bahis oynarsan 50,000 lira kazanabilirsin. At sahibi de kazanır, jokey de kazanır, gemleri kısan diğer jokeyler de kazanır, bir tek ikinci gelen  ata güvenip ona oynayanlar kaybeder. Gerçek hayat gibi yani. Çalışanlar kaybeder, “tüyo” alanlar kazanır.

O zamanlar benim bir Doğan eniştem var. Bir de Sadık dayım. At yarışında birbirimizi aile toplantılarından daha fazla görüyoruz. Sadık dayım at yarışı oynardı ama onun ilgi alanı daha çok hipodrom lokantasındaydı. Sofrasını kurardı arkadaşlarıyla. Rakısını içerdi güzel mezelerle. En sona kaşık marulların ortasındaki limon suyuna bir duble votka getirirlerdi o istemeden. Bana bir yudum tattırırdı. (Hayat boyu içtiğim en güzel içkilerden biriydi gerçekten) Sonra hesabı öder giderdi.

Restoran anım budur. Ama biz doktor kontenjanından olduğumuz için protokol giriş kartımız da vardı. Doğan eniştem de protokol üyesiydi tabi ki. Onunla karşılaştığımız zamanlarda bir endişelenirdi çünkü kaç kere “at yarışı oynamayacağını” teyzeme söz vermiş olduğunu bilmem mümkün değildi. İspiyoncu olmadığımı anladıkça daha bir yakınlaştık. O da beni anneme ispiyonlamıyordu. İyi adamdı gerçekten.

Bir akşam teyzem bir aile toplantısı düzenledi. Bir Salı akşamıydı.  O zamanlar büyük aile toplantıları düzenlenirdi. Çok içilirse genellikle akşamın ilerleyen saatlerinde bir kavga çıkar (sebep ya siyaset ya da din olurdu.) gece tatsız biterdi. Eğer aile toplantısında kavga çıkmazsa, eve götüren taksi şoförü ile kavga çıkartılırdı. Gecenin en haklı kavgası da bu olurdu. Oha yani 3 kilometreye 50 lira mı olurmuş. Taksi şoförü de haklı aslında. “Bu kadar içip gecenin bir yarısı eve gitmeye kalkmayacaksın yani”

Fakat o gece, Doğan eniştem bana bir göz kırpıp balkona çağırdı beni. “Acayip bir tüyo aldım.” dedi. “Yarın birinci yarış Haruniyekızı, ikinci yarış Halepgüzeli. Hem ikili oyna hem çifte” dedi. Sonra teyzem eniştemi çağırdığından konuşamadık. Gece de öyle curcuna içinde geçip gitti.

Ertesi günü hipodroma gittim. İlk iki yarışta B ve C grubu Arap atları yarışları. En fazla hile hurda bu gruplarda olur. A grubu Arap atları ve İngiliz at yarışlarında o zamanlar hile hurda olmuyordu. Haruniyekızının ve Halepgüzelinin derecelerine baktım, B ve C grubu Arap atı diye değerlendiriliyorlar ama  daha önceki yarışlarında hiç ilk dörde girememişler. Bir bahis 10 lira  ve benim haftalık harçlığım 50 lira. Altılı falan oynamayacağıma göre altı yarışa en fazla 5 bilet oynayabilirim. Arkadaşın Can’ı bekledim danışmak için. O gecikince çifteyi oynadım. Birinci ayak Haruniyekızı ikinci ayak Halepgüzeli. Ben bileti aldım Can geldi. Bir fırça kaydı ki bana. Haruniyekızı ve Halepgüzeli at kategorisinden değil eşek kategorisinden katılıyorlarmış ta Doğan eniştemin tüyolarından bir bok çıksaymış bu güne kadar zengin olmamız lazımmış ta…. İkili oynamam mümkün değildi artık. Haruniyekızının arkasına favoriyi ekleyip bir de ikili oynamaya niyetliydim oysa.

Oynamadım.

İlk yarış koşuldu. C grubu Araplar. Haruniyekızı 1 boyla kazandı. İkinci olan at favori olandı. Jokeyinin çektiği gem ağzından kan getirtmişti. İkili bire ellidört verdi. Bu benim Can’a kanıp almadığım biletti. On lirama beşyüzkırkdört lira alamadım yani. Can’ın benim yüzüme bakamayışını unutamam. İşin komik tarafı ikinci yarışı Halepgüzelinin kazanması oldu. Benim aldığım çifte bire 14 vermişti On lirama 140 lira kazanmıştım. Her şeye rağmen çok sevinmiştim. Doğan eniştem geldi aklıma, koşa koşa protokol tribününe gittim. Doğan eniştem en arkada kapkara bir suratla oturuyordu. Çocukluk işte, gittim sarıldım. “Paranın dibine vurdun enişte” dedim.

İtti beni… “Beş kuruş yoktu cebimde Fatih, oynayamadım.” Dedi. Yürüdü gitti. Diyemedim ki. “Benim kırk liram vardı ama ben de oynayamadım arkadaşım yüzünden.”

Hikayenin ana fikri…

Kumar oynamayın!

Yemek sektörü ve Lojistik

Kendime çok kızdım. Yemeksepeti.com dan çok sık olmasa da sipariş veririm. Gelen kuryeler genellikle bir magnet bırakırlar, ve cesaret edebilenler, “abi, telefonla sipariş ver, daha iyi olur” u telkin etmeye çalışırlar. Genellikle aldırmam, çünkü sitenin bana sunduğu rahatlığı telefonun karşısındaki, sipariş alan kişi hiçbir zaman sunamaz. (Bir istisnası Abooov kebap ve kurye Ömer. O ikna etti beni her nasılsa)

Ancak iki gün önce yaşadığım tecrübe beni komple değiştirdi. Fast food meraklısı değilim ama bazı tatları çok güzel bulurum. Bir tanesi “acılı whopper menü, extra soğan”dır. Diğeri “Kentucky Hot Wings.”  Herkesin bunu yapmaya hakkı olduğunu biliyorum. Sevgilim de sever acılı whopper.

“Ya, dışardan bir şeyler söyleyelim bu akşam, acılı whopper çekti canım.” dediğinde başladı benim curcunam.

Dertlendi sevgilim sonra, “Çok pahalılaşmış ama 26,50 TL olmuş” dedi.  Oysa ben iki gün önce eve dönerken bir kaçamak yapmış Burger King’e uğramış ve aynı menüyü 20,50 TL ye yemiştim. Yemeksepeti.com tiklagelsin.com sitelerinde whopper menü 26,50 TL oysa mağazaya gittiğinizde 20,50 TL.

Gözlerime inanamadım. Tabi ki gittim aldım.

Düşünebiliyor musunuz, 4 menü sipariş etseniz 24 lira fazla ödeyeceksiniz. Kentucky Fried Chicken ı kontrol ettim sonra, onlar Burger King kadar acımasız değiller. Yemeksepeti fiyatları menü başına sadece 1 TL pahalı.

Bir daha asla yemeksepetinden sipariş vermeyeceğim. Gidip kendim alırım.

Bu arada Buger King ve KFC ye daha çok kızdım. Bunun sebebi Fiyuu denilen şirket diye düşünüyorum.

Ali Raif Dinçkök

Bugün kaybettik…

2 saat önce televizyondan duydum Ali beyin vefatını. İlk patronumdu benim. 1985 yılında Akal Tekstilde çalışmaya başlamıştım.Askerliğini yeni bitirmiş, gencecik bir makine mühendisi olarak işebaşlamıştım. O yıllarda bilgisayar kullanımı çok azdı. Ben önce Sinclair bir bilgisayarla bir simülasyon programı yazmıştım, o programla sağlanan tasarruf ile Merih bey bana bir IBM PC-XT almıştı. Sabit disk kapasitesi sadece 10 MByte. Ömür boyu dolduramam bu diski diye düşünmüştüm. Ama PC-XT yetmiyordu. IBM Sistem-38almak gerekiyor diye düşünüp Merih beyi ikna ettim. Fizibiliteyi hazırladım. Ali beyden randevu alındı. 23 Nisan 1986 tarihinde Yalova’dan çıkıp İstanbul genel merkeze gittim. Merih beyle birlikte Ali beyin odasına girdik. Elimde 3 kopya (daktiloyla yazılmış) bir fizibilite. Ayağa kalktı, bizi yerlerimize davet ettikten sonra, “Buyurun, sizi dinliyorum” dedi.

O kadar zor bir patron ki, rakamsız hiçbir şey yapmıyor. Bir fizibilitede net kârı görmezse, asla onaylamıyor. Takdir edersiniz ki 250.000 dolarlık bir bilgisayar yatırımının net kârını göstermek çok zordu. Olası kârların hemen hemen hepsi somut olarak ispatlanamaz rakamlar. “Depolar ve üretim üzerinde kontrolümüz artacak. diyorum. “Siz şu anda depolar ve üretimi kontrol etmiyor musunuz evladım?” dese diyecek hiçbir şeyim yok. Ama ben projeye tüm benliğimle inanıyorum.

Bu inancın verdiği şehvetle 15 dakika kadar anlattım projeyi. Sonra Ali beyin yüzüne baktım. Koltuğunda iyice geriye yaslanmış, yüzünde tatlı bir gülümsemeyle beni dinliyordu. O ifadeyi görünce projenin kabul şansının çok fazla olmadığını düşünüp, konuyu toparladım ve noktayı koydum

“Siz ne düşünüyorsunuz Merih bey?” diye sordu. Merih bey, “Projenin sağlayacağı kârların ölçülmesi çok zor ama ben bu projenin şirkete fayda sağlayacağına inanıyorum.” dedi.

Ali bey yüzüme birkaç saniye dikkatle baktı ve “Bu 250.000 dolarlık oyuncağı alacağız bu çocuğa” dedi.

Nasıl sevindiğimi anlatamam. O Sistem 38 ile çok güzel işler yaptık orada.

Sadece kazanç ile karar veren bir patron değildi. Karşısındaki insanın aklına ve kalbine bakmasını bilirdi.

Ruhu şâd olsun.

Dayak Cenneten çıkmamıştır ama…

Ben hayatım boyunca babamdan iki kere dayak yedim. İkisi de bugün gibi aklımda.

Birincisinde 6-7 yaşındayım. Annem öğlen tatilinde çalışmak zorunda kalmış, babama rica etmiş, öğle yemeğini o gelip hazırlamış. Öğlen yemeğini ısıtmış, sofrada birlikte yiyoruz. Masada yemek yerken, ben ellerimi masaya dayayıp, sandalyemi arka ayakları üzerinde şaha kaldırıp ileri geri sallandırıyorum. Benim sandalyemin arkasında yanan gaz sobası var. Babam “Sallanma oğlum” dedi. Bir durdum, ama çocukluk işte. Sallanmaya devam ettim. Kaçınılmaz olan şey oldu. Ellerim masadan kurtuldu, sandalyemle birlikte sobanın üstüne düştüm. Soba, bacalar, her şey darmadağın oldu.

Ben çok korktum. Babam benden çok korktu. Gazyağı yanmaya devam etse, her şey bir anda alevler içinde kalabilirdi. Ama devrilen soba söndü. Ben direk yatak odama kaçtım. Babam sobanın yanmadığından emin olunca benim yanıma geldi. Öyle bir tokat vurdu ki, yere paralel halde yatağımın üstüne düştüm. Ayaklarım yastığımdaydı gerçi ama yatıyordum yatağımda. Ortalığı becerebildiğince toparladı, hiçbir şey konuşmadan işe gitti. Ben yattığım yerden kımıldayamadım 2-3 saat.

İkinci dayak ise 12 yaşında geldi. 9 yaşındayken, karşıdan karşıya geçerken çarpan bir araba yüzünden dalağım patlamıştı, ağır bir operasyonla alındı. 11 yaşında nefrit oldum. 12 yaşında ise Kalp romatizması geçirdim. Kalp kapaklarından biri iltihaplandı yani. O zamanki tıp bilimiyle öleceğim kesindi. Ama kortizon falan yaşamaya devam ettim.

Yükseliş koleji açılalı birkaç yıl olmuştu. Bir burs sınavı yapmışlardı ve burslu 30 öğrenci almışlardı. O 30 öğrenciden biri de bendim. Ama hazırlık sınıfında bu hastalık olunca 6 ay boyunca ben okula gidemedim. Doğal olarak sınıfta kalmam gerekiyordu. Okul yönetimi, son derece anlayışlı davrandı. Yaz dönemi boyunca, destek kurslarına katılmam şartıyla, beni orta bire geçirmeyi önerdiler. Tabi kurslar burs dışındaydı. Benim ailemin bütçesi için çok ağırdı kurs ücretleri. “Ne yapalım, bir şekilde hallederiz” dediler. Kursa gitmeme karar verildi.

Ben 12 yaşında, sokakta oynamak varken hiç kursa gitmedim. Her akşam soruyorlar, “Nasıl geçti kurs?” diye…

Ben de anlatıyorum yalanlarımı. “Mr. Lynch geldi, şunu anlattı, bunu anlattı” diye…

Aradan bir ay geçince, okuldan telefon etmişler tabi. Bir öğlen annem de babam da eve yemeğe geldiler. Babam sakince sordu kursun nasıl olduğunu. Ben uydurmalara devam ettim ama hissettim sakat bir şey olduğunu. Babam anlattığım yalanları son derece sakin dinledi. Sonra “Sen geç içeri” dedi.

Ben yan odaya geçtim. Anneme döndü. “Sakın girmeyeceksin odaya” dedi.

Odaya girdi…

Odadan çıktığında, burnum ve üst dudağım kanıyordu, sol gözüm kapanmıştı. Annem sessizce ağlaya ağlaya yaralarımı elinden geldiğince tedavi etti. Babam, “Birlikte işe gidiyoruz” dedi. Yalvardım ben gitmeyeyim diye… Hiç aldırmadı.

Yolda giderken gene yalvardım, soran olursa kapıya çarptığımı söyleyeyim diye.

“Hayır!” dedi. “Soran herkese benim seni dövdüğümü söyleyeceksin” dedi.

Gün boyunca babamın odasında, pencerenin kenarındaki sehpada oturdum. Gelen her çalışan, yüzümü görünce, “Hiii ne oldu?” diye soruyordu ister istemez, babam sakince “Anlat!” diyordu. “Niye dövdüğümün sebebini de anlatacaksın.” diyordu. Ben ağlamaktan başka bir şey yapamadım gün boyunca.

Bugün rahmet okuyorum babama. Yaşıyor olsaydı, “ellerin dert görmesin” derdim. Yaşadığı sürece dost meclislerinde bu hikâyeyi her anlattığımda gözleri dolu dolu olurdu. “Yahu anlatma şunu bir daha” diye sitem ederdi.

O günden beri, aileme, iş arkadaşlarıma, sokaktaki adama, polise, savcıya, yargıca, sözün kısası kimseye yalan söylemedim.

Benim çocukluğumda eğitimin en önemli unsuru aileydi. Galiba doğrusu da buydu.

İlk yalan ailede durdurulmalı. Durdurulmazsa…

Saatle mi yaşamalı, Vakitle mi?

2005 yılının yazıydı, Ağustos sıcağı hem de Edremit körfezinin yazlıkçı kalabalığında. Edremit’te zeytinyağı işine girmeye karar verdik.

İstanbul’dan kalkıp Edremit’e gittik.

Hiç tanımadığın ve hiç tanınmadığın bir yerde iş kurmak çok zordur. Ama güzel Edremit’in güzel insanları yardım etmeyi severler.  İşe başladık.

İsterseniz Edremit’i bırakıp, Uganda’ya gidelim buradan. O günlerde eşim büyük bir zevkle birkaç blog takip ediyor. Birisi Meltem Yaşar’ın “Sisteki Goriller” bloğu. Meltem bir bankada çalışırken, Uganda’ya önce bir turla gidiyor, sonra Türkiye’deki gorillerden daha fazla korkup, Uganda’ya yerleşiyor. Blog bugün yok ama, iyi ki yaşadıklarını “Pigmelerle Dans” adında kitaplaştırıyor. Akşamları eşimle sohbet ederken, bana Meltem’i anlatıyor. Beni acayip etkileyen bir anısı var Meltem’in. Bir Masai ile konuşurken, Masai, diyor ki…

“Beyaz adam saatle, Masai vakitle yaşar.”

Bu akşam ben bu yazıyı yazarken eşim Meltem’i aradı. Laf benim aklımda tamamı ile yanlış kalmış. Lafın doğrusunu Meltem söyledi. Doğrusu…

“Beyaz adamın saati, Masai’nin vakti var.”

İkisi de doğru. Bize kıymetli olan saat. Masai’ye kıymetli olan vakit.

Neyse, hikâyeye dönelim. İş kurmak için vazgeçilmez olan bir adres Türkiye’nin neresinde olursanız olun “noter”dir. Benim de notere gidip bir şeyler yapmam lazım. Edremit’e gidenler bilir. Edremit’in merkezinde bir kavşak vardır. Kırmızı ışık 60 saniye yanar, yeşil ışık 15 saniye yanar. 15 saniyede kaç araba geçebilir ki bir ışıktan? 5-6 araç geçebiliyor.

Bize yeşil yandı ama önümdeki araba sağ camı açmış, kaldırımdaki bir adamla sohbet ediyor. Tam 5 saniye kaldığında abandım kornaya İstanbul’dan yeni gelmiş birisi olarak. Döndü baktı bana üzüntülü bakışlarla. “Kardeşim, bir çift laf ediyoruz şurada, 1 dakika beklesen ne olur?” dedi.

Donup kaldım. Arabadan inip saldıracağım ama kendime yakıştıramadım.

Öte yandan dediklerini de duydum. Sözlerinde çok büyük bir yanlış yoktu. Bir dakika bekleyecektim sadece. Topu topu 60 saniye. Haklıydı bu detayda.

Ona da keyifli bir sohbet armağan edecektim.

İçine ettim güzel muhabbetin yani.

Asansörlerde, asansöre biner binmez, kapıyı süratli kapatan düğmeye basan insanları gözlemişsinizdir. Belki de siz de o insanlardan birisinizdir, bilmiyorum. O kadar anlamsız geliyor ki bana artık. Kazanılabilecek zaman en fazla 3 saniye. Oysa çalışanların boş boş oturarak harcadıkları dakikalar, saatler yok mu?

Acaba o 3 saniyeyi kazanma çabası, “ben çok işi olan meşgul bir çalışanım!” mesajı mı?

Ben o ışıkta işittiğim sitemden beri daha yavaş yaşamaya başladım. Artık saatle randevu vermiyorum Edremitliler gibi. “9:00 da görüşürüz” yerine, “Sabah erkenden gelirim” diyorum. “Saat 2:00” nin yerine, “Öğleden sonra” yı koydum. “15:30” un yerini “akşamüstü” aldı.

Tavsiye ederim herkese…

Ben ne istiyorum?

İş hayatımızda her an çeşitli kararlar alıyoruz. Sonuçlarınızı yaşıyor ve öğreniyoruz ama, verdiğimiz kararlarla ilgili her şeyi biliyor muyuz? Bir karar aldığımız zaman, sonuçların ne olacağını bize net söyleselerdi ne güzel olurdu değil mi?

Ne istediğimiz hiç düşünüyor muyuz?

İş hayatınızda bir çizgi belirlemeniz gerekiyor. “Tutarlı” olmayı kim ister? Ya da “Cesur” olmayı.

İşe başlarken her yönetici bu kararı almak zorundadır. Ama kimse tutarlı olma kararının cesareti azalttığını söylemez. Ya da cesareti seçenin tutarsızlığı bonus olarak almış olduğunu fısıldamaz kulağınıza.

Başka bir karar vermek zorundadır tüm yöneticiler. En önemli silahını seçer her yönetici adayı. Savaşlara seçeceği silahla katılacaktır. Üç silah vardır seçeceği önünde.

“Zekâ”, “Yetenek” ve “İnanç”.

Eminim hepiniz, “Hepsini birden seçiyorum.” dediniz ama yok öyle bir şey.

Birisi dominant olacak ve diğer ikisini çok az kullanabileceksiniz.

Üçünü birden seçtiyseniz kaybetmeye mahkumsunuz zaten.

Sonra çok zor bir soru çıkacak karşınıza…

İki tercihiniz var gene.

Zenginlik ve dostluk.

Zenginliği seçerseniz, ister istemez hırs ve yalnızlık gelecek size, dostluğu seçerseniz, hassaslık ve kaybetme korkusu ceketinizin içine girecek.

Size sunulamayan bir seçenek var farkındaysanız. “Akıl”. Zaten herkeste bol bol var.

Akıllı olduğunuz için, diyeceksiniz ki, “Ben de Cesarette var, Tutarlılıkta.

Zekâm da var, İnancımda, Yeteneğimde.

Hırsım var, Zenginlik için Yalnızlığı da göze alabilirim.

Arkadaşlık ta neymiş? ki onun için Hassaslık ve Kaybetme korkularını yaşayım. Aptal mıyım ben?

İş hayatınızda yaşadığınız tecrübeler yavaş yavaş sizi şekillendirecek.

Kendinizi tutarlı bulacaksınız, arada bir tutarsız davrandığınız göremeyeceksiniz. Cesaretinizi sorgulamayacaksınız bile. Belki pek çok insanın kaçmaktan korktuğu için cesur sanıldığını da zekanızla kavrayacaksınız. Bunu da zekanızı ispat için yüksek sesle söyleyeceksiniz.

Bazen aceleci davranacaksınız bazen sabırlı. Duruma göre değişmez mi bu?

Başarı sizinle olacak çoğu kez. Başarısızlıklarınızı unutacaksınız. Unutkanlık yöneticinin en gizemli silahıdır. Hırsınız zenginliğinizin artmasını getirecek doğal olarak. Gururunuz alçak gönüllüğünüzün azalmasıyla kibire dönüşecek.

Çevrenizdeki herkes, sizde eksik bir şeyler olduğunu düşünecek ama cesaretlerini tutarlılık uğruna terk ettikleri için size bir şey söyleyemeyecek.

Sonra bir gün, karşınıza sizin gözünüze göre dünyanın en güzel kadını çıkacak. “Bu güzellik benim olmalı!” diye yanarak, sahip olduğunuz her şeyi onun ayakları altına sereceksiniz. O her zaman haklı çıkabilmek için sizde azıcık kalmış olan tutarlılığınızı alacak. Kibrinizi bırakacak ama gururunuzu alacak sizi yönetebilsin. Zekanıza ve zenginliğinize hiç dokunmayacak ve kendi kurnazlığını zekanıza katacak. Kaybetme korkunuzu destekleyecek ki, zenginliğinizin hep kendisiyle paylaşılmasını garantiye alabilsin diye.

Bir çocuğunuz olacak bir gün. Hayatınızın en mutlu günü!

Tüm bildiklerinizi evladınıza aktarmaya çalışacaksınız sevgi ile. Ama ikiniz de çaresiz kalacaksınız. O kendi özelliklerini taşıyacak emin olun.

O yuvadan uçtuğunda kala kalacaksınız. O gün, “Ben aslında ne istiyordum başlarken?” sorusunu soracaksınız sahip olduğunuz her şeye boş gözlerle bakarken.

Sadece bir “Çilekli Pasta” istemişseniz eğer, bu kadar yolu boşa gelmiş olduğunuzu o yaşta fark edeceksiniz.

Lütfen ne istediğiniz bir daha düşünün! Önünüzdeki yol çok uzun…

İnsan kendine sahip çıkmazsa…

Bir ülkenin gelişmişliği, zenginliği sahip olduğu kaynaklara verdiği değeriyle ölçülür. Ancak, bu ölçüm yöneticilerin verdiği değerle değil tüm toplumun bunu sahiplenmesi ile yapılabilir.

Bir toplumun sahip olduğu en büyük kaynak insandır.

Sıkıntı insanın buna sahip çıkmamasıyla başlar. İnsan kendine değer vermiyorsa, işin kötüsü, kendisini sömüren kavramları sahipleniyorsa, bize de “yapacak bir şey yok!” demek düşer.

Anlatacağım hikaye, sonuç olarak bunu anlatsa da, bu kadar karamsar değil. Çünkü gerçek. Çünkü bu toplumun bir hikayesi. Bu kadar basit.

90 lı yılların başında uluslararası bir şirketin İstanbul’daki fabrikasında fabrika müdürüyüm. Fabrika uluslararası bir denetim geçirecek. O zamanki genel müdürümüz, Roger fabrikaya geldi. İşin önemini anlattı. Daha denetime 3 ay var.

Bana dedi ki, “Fatih, bu şirketimiz için çok önemli. İşçi sağlığı ve iş güvenliği işçileri bilinçlendirmeden olmaz işçileri buna inandırmayı başaramazsan, bu denetimi geçemeyiz. Eğitime önem vermen lazım.” dedi.

90 lı yılların başlangıcı olduğunu düşünürseniz, zordu işim. Fabrikada haftada iki gün üretime ara verip, eğitimler yapmaya karar verdim.

Eğitimleri yapmaya başladık. Ben inanıyordum işçi sağlığı ve iş güvenliğinin önemine ama işçilerim huzursuzdu. Yetiştirmeleri gereken üretim vardı, ama ben üretimi kesiyordum. 1 saat boyunca, onların emniyeti ve sağlığının üretimden daha önemli olduğunu anlatıyordum.

İnanmıyorlardı kendilerinin üretimden daha önemli olduğuna.

Ama o eğitimler sayesinde çok yol aldık. Fabrikamızda hiç iş kazası olmuyordu. Özellikle kadın işçiler daha fazla gülümsüyordu yaptığımız değişikliklere bakarken. Kadınlar öngörebilen ve önlem alanlara daha fazla güvenirler. Soylarının devam edebilmesi için gereklidir bu.

Denetime 10 gün kala, Roger son bir denetime geldi. Açıkçası, iyi bir iş yaptığımı düşünüyordum. Fabrikayı dolaşmaya başladık. Her şey yolunda gidiyordu. Ta ki PVC şişe ürettiğimiz, “Blow Molding” bölümüne gelinceye kadar.

Oradaki iki makinaya bakan operatörüm Nazir, ortalarda görünmüyordu. Roger sol tarafa yukarı bakınca ben de o tarafa döndüm. Nazir düz duvarda yerden 3 metre yukarıda bize son derece endişeli bakışlarla bakıyordu.

İş hayatımın en sıkıntılı anlarından biridir o an. Roger bana baktı, ben ona baktım. Bir sonraki departmana yürüdük.

Başka bir sıkıntı olmadı, sonraki bölümlerde. Roger’ı yolcu ederken, yüzümün kıpkırmızı olduğunu hissediyordum. Sağ elini uzatıp, sol dirseğimi tuttu. “Fatih, çok iyi bir iş başarmışsın, ama bir şeyi çok iyi anlamanı istiyorum.” dedi. “Bu benim kariyerim için çok önemli! İş ve işçi güveniliği denetiminden geçemeyen bir genel müdürün bu şirkette geleceği olamaz.”

Ne diyeceğimi bilemedim. O kadar aylık çalışmanın, eğitimlerin hiçbir değeri kalmamıştı.

“Merak etme Roger.” lafından başka diyecek bir laf bulamadım.

Roger’ı uğurladıktan sonra odama çıktım. “Nazir gelsin.” dediğim anda Nazir odanın kapısında bitti.

“Buyur Fatih bey.”

“Odanın kapısını kapa.” dedim ki o fabrikada müdürlük yaptığım 2,5 sene boyunca odamın kapısının kapalı olduğu çok nadir anlardan biridir.

Açtım ağzımı, yumdum gözümü.

Nazir, sadece, çelik burunlu iş ayakkabılarının burunlarına bakıyor. Benim nefesimin tükenmeye yakın olduğunu hissedip, anlatmak için başını kaldırdı.

“Fatih bey, Yukarıda duvarda küf gördüm, Roger bey gelmeden temizlemek istedim.” dediği anda nefesime güç geldi.

“Ulan, düz duvara nasıl tırmandın?” diye patladım.

Garibim Nazir, duvardaki benim göremediğim küçük çıkıntıları izah etmeye çalışırken, ben kendime geldim.

“Oğlum Nazir, anlamıyor musun, tüm derdimiz senin canın, senin güvenliğin. Tüm bu yaptıklarımızı senin canına bir şey olmasın diye yapıyoruz. Niye sen böyle yapıyorsun?”

Başı önde, son sözünü söyledi.

“Tamam müdürüm, anladım. Sen ne dersen o. Öl de ölürüm vallahi.”

Baktım sinir krizi geçireceğim, “Çık Nazir. Çık, Tamam!” dedim.

Merak ediyorsanız, denetimde hiçbir problem olmadı.

Eminim Nazir, “Öl” dersem ölür.

Nazir bana çalışanlarıma doğru emir vermeyi öğretti. O günden beri onların iyiliğini istediğimi söylüyorum hep.

Çalışanınınız yaşarsa yaşarsınız,

Çalışanınız mutlu olursa mutlu olursunuz.

 

Bill Gates’le tanışmam…

Mirim, sene 1983…

ODTÜ mezuniyeti sonrası bir burs kazanmışım, Stanford’a Master için gitmişim, Artık son çeyrekteyim. Bir ders aldım sadece 1 kredi, dersin adı, “Seminer”. Stanford her hafta bir seminer düzenliyor. Seminere bölge (o zaman adı Silicon Valley değil) şirketlerinin üst düzey yöneticiler geliyor. Yarım saat konuşuyorlar. Sonra, eğer konuyla ilgileniyorsanız, soru sorabiliyorsunuz. Yoklama kağıdına imza atıyorsunuz, Dönem sonunda 1 krediyi alıyorsunuz.

Notunuz A, B falan değil. “S” “Satisfactory”. Eğer seminerlerin yarısından fazlasına gitmezseniz, “U” “Unsatisfactory “oluyor. 1 krediyi alamıyorsunuz.

Semineri verenlerin iş programları sebebiyle seminerler cuma günü akşam üstü olurdu genellikle. Bir sürü hiç ilgimi çekmeyen seminere gidip imza attım ama bir tane seminer çok ilginçti.

Apple şirketinin satış müdürüydü semineri veren. Dürüst olmam lazım, ismini hatırlamıyorum. Ama adam başlar başlamaz tüm dinleyicilerin ilgisini çekti.

“Personal Computer”. Sene 1983.

Ülen, “Computer” dediğin cihazın “Personal” olabilmesi için “person”ın “Very Imprtant Person” olabilmekten başka çaresi yok. Ben ODTÜ’de CS200 den AA almışım ama o kart delme makinalarında neler çektiğimi ben biliyorum. Stanford’a hasbel kader gelmişim. Üniversitede iki tane mainframe var, birisi IBM öbürü HP. İlk defa monitör görmüşüm hayatımda. Fortran IV programlar yazıyorum ki, hata yaptığımda “DEL” tuşuna basıyorum. Kart delgi makinalarında yeniden sıraya girmem gerekmiyor.

Seminerdeki Apple satış müdürü “Personal Computer” diyor.

Anlattı.

PC nin adı “Lisa” idi. Bir bilgisayar, bir yazıcı, hard disk yok. İki tane disket sürücü. Disket sürücülerin her birinin kapasitesi 360 Kb. MBA yapan çocuklardan birisi hedef kitlelerini ne olduğunu sordu.

“Hedefimiz CEO lar” dedi satış müdürü. “Her CEO nun hayatını zorlaştıran sekreterleridir, Lisa bu sekreterlerin yerini alacak.” dedi. Düşündük, gerçekten hepimiz her müdürün bir yazıyı sekretere defalarca daktilo ettirdiğini hatırladık. Halbuki Lisa klavyesiyle CEO yu bütünleştirecek ve CEO yazısını yazıp, bir defada doğru yazıyı yazdırabilecekti.

Ben elimi kaldırdım soru sormak için.

“Kaça satacaksınız Lisa’yı?” diye sordum.

“10.000 doların altında!” dedi.

Seminer salonunda bir gürültü koptu.

İnanamamıştık.

Apple şirketi kurucuları Stanford mezunu olmasa, Apple şirketi Stanford’da seminer veremezdi. İlgiyle izledim kampanyalarını. Küçük otellerde Lansman toplantıları, küçük bütçeli kampanyalar…

Bayağı başarılı olmuştu.

Derken, IBM devreye girdi. IBM benim gözüme Pamuk Prensesin üvey annesi gibi gözükmüştü o gün. Tüm ulusal gazetelerde tam sayfa bir ilan çıktı.

Sayfa bembeyaz. Sayfanın tam ortasında daktilo harfleriyle bir cümle…

“Don’t buy it, just wait!”

“IBM”

Türkçesi… “Almayın bekleyin!”

“IBM”

“IBM” o zamanlar şimdiki gibi değildi. Hem teknolojik olarak hem de pazarlama açısından zirvedeydi. Düşünün tüm bankaların, bilgi işlem departmanları yoktu. O işlevi gören departmanların adı “IBM Departmanı”ydı

O zamanlar dikiş makinalarına “SINGER” elektrik süpürgelerine “Hoover”, bilgisayarlara “IBM” deniyordu.

Lisa hiç satamadı. McIntosh olarak daha başarılı oldu galiba. O başarıyı da tartışacak çok arkadaşım var.

IPhone çok iyi bir telefon mu, yoksa Ericson, Nokia bir gazeteye ilan vermeyi akıl edememişlerdi?

Ancak hikayem bitmedi. IBM, IBM DOS’u bir türlü hazır edememişti. William Gates isimli bir delikanlı MS DOS u IBM kalite kontrol departmanına kabul ettirmeyi başardı.

Veeee, IBM PC piyasaya çıktı, Hemen sonra IBM PC-XT yi çıkardıklarında (ki 10 MB bir hard disk vardı o makinada) uzak ara pazar lideri oldular.

William Gates, sizin bildiğiniz Bill Gates. O dönem boyunca satılan her IBM PC den işletim sistemi ücreti alarak, bugün bildiğimiz Microsoft’u yarattı.

Lisa satabilseydi, bugün çok farklı teknolojileri kullanıyor olabilirdik diye düşünüyorum.

Ders alınacak çok şey var yaşadığımız hayatlarda.

Yaşıyorsak, hatırlıyorsak!